4 Eylül 2011 Pazar

Eylül

Durdurun dünyayı inecek var!
Sonra elleri var fotoğraflarda, dünya tam orada duruyor benim için.

Bu çektiğim doğum sancısı mı, Eylül sancısı mı?
Her birinin bir miladın 9. ayına denk gelmesi, şiirsel bir tesadüf mü yalnızca?

Büyük laflar ediyorum içimden, sözler veriyorum; yok yok yemine bulaşmıyorum.
Kafamda yeniden yeniden kuruyorum bazı hayalleri, her seferinde daha yeşil daha mavi daha siyah. Ahhh ne çok severim siyahı.

Hiçbir şeyi unutmayı sevmiyorum, hiç kimseyi.
Her anına değdiğini düşünmek istemiyorum doğum sancılarının...

Sahi daha ne kadar yaşayacağız?
Ne kadar daha uzak kalacağız o rahatlama anından?
Ne zaman geçecek içimizdeki turistik his, ne zaman tamamlanacağız?

Eylül güzel, Eylül'ü seviyorum. Biri bana en çok Eylül'de gel'sin istiyorum.

5 Ağustos 2011 Cuma

(a)sosyalleşme

Kendi kendime saatlerce oynardım çocukken ve gayet net bir şekilde hatırlıyorum uydurduğum oyunları. ağabeyim, katılmak isteyince bozulurdum bazen... "Çadır yap banaa n'olur" diyerek, bebekli-kelebekli bir çarşaf ve ranzanın üst katından oluşan son derece derme çatma oyun alanını oluşturmasını sağlar sağlamaz, "ama ben yalnız oyniiicaaaam" diye ağlamam da ne sevimsiz bir insan yavrusu olduğumu ortaya koyar cinstenmiş. orasını unutmam da bu sebepten belki.

şimdi aynı şekilde, senaryosunu yazdığım oyunlarda başroldeyim. icra eden de benim malum, alkışlayan da... tebrikleri kabul eden de, yapıcı eleştiriler yapmaya çalışan da...

düşünüyorum da, biri gelip uzaklara daldığımda "ne düşünüyorsun?" diye sorarsa, oyunumu bozuyor gibi gelmeyecek mi? bir mevsimi, bir kartpostalı, bir kediyi, bir rengi, bir anıyı, bir eli, bir öpüşü, bir şarkıyı, bir ağacı düşünmem... o sorana dokunmayacak mı?

salıncağımın dalına kurulduğu ağaç yok artık, çocuk da değilim... soruları da sevmiyorum, oyun arkadaşlarını da... çok huysuzum, evet; ama oyun arkadaşı varsa kuralları istediğim gibi değiştiremez oluyorum. önceden bildirim, onay, rıza... oyunun tadı kalmıyor... ama acısını biliyorum, biri haber vermeden gidince olanları hatırlıyorum...

ama valla kalamayacağım, şimdiden bildiriyorum... bu sefer de ben: gidiyorum.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

redakte metinler (1)

Kelimelerle üzülüyor benim gibiler: Acıyı tatmış ve fakat acıda boğulmamış olanlar. Başkalarının büyük büsbüyük acılarından esinle belki, kendi acılarımızı ancak hayal ederdik; belki de Rus edebiyatından öğrendiğimiz bir şeydir bu... Bilmiyorum. Ben zaten birçok şeyi hiç bilmiyorum.

Bir süredir, kısa mı uzun mu bilmiyorum bir süredir kalbimden kurtulma derdindeydim. Aklıyla üzülen bir neslin, düşüncelerine mahkum pop kültürü üretimlerinden biriydim belki. Ne kadar düşünürsem o kadar batıyordum ben hep, ama aklımla üzüldüğüm bir yalandı. Kırıldığımda, --böyle açık pembe mikrop kapmaya açık zavallı kalbimi kime göstersem kırıldım aslında-- kalbim kırılıyordu benim, aklımla kurduğum yalandı yani hayalleri. Güzel hayallerde azıcık kalbimin de payı vardı, filmlerin ve şarkıların yanında.

Attila İlhan şiirlerindeki gibi, inkar etmek istiyordum onu. Gönderesim vardı kalbimi yüksek debili, derin bir coğrafi şeklin en ortasına... Tekmeyle hem de... Çok sakin ve fakat ekstra protest tavırlar içine girmek, aklımdaki ifritlerle bir olup kalbimi görünmez ateşlerin ortasına atmak geçiyordu içimden. Ardından rüzgara karşı bir sigara yakmak, böyle siyah eski bir palto, kırmızı rujlu kalın dudaklarımın kenarında kırık bir gülüş, boş ve siyah bir sokağa doğru sessiz adımlar atmak... İyice uzaklaşmışken kameradan, çılgın bir kahkaha, bıçakla kesilmiş gibi kesilen sonra...

"Azizim, kalbimden kurtulduğum o gün, fena yağmur yağmıştı; olayı kansız kılan budur sanıyorum" gibi entel dantel yorumlara girmek... Her gece bir kadeh konyak eşliğinde gidenlere aklımla üzülme kisvesi altında kalbimin bitmek tükenmek bilmeyen cenaze törenini başlatmak, bomboş evde boşluğuma razı, sessiz sedasız oturmak... Öyle mutlu muyum değil miyim, sevin beni triplerim olmadan. Ricacılıktan sıkılmış, utanmış, reddedilmişliğime bahane bulamayan kalbimi unutmuş olarak...

Arada bir hafif bir sızıyı "Kalpsizken üzülmek de zor be mirim" diye anlamlı gülüşlerin ardına saklamak filan... Öyle şeyler istiyordum ben. 50'lerin Amerikan filmlerindeki soğuk, üzülmeyen, geçmişte aldanmış ancak artık yalnızca soğuk ve ulaşılmaz, o en siyah beyaz sahnelerin en duygusuz siyah beyaz kadınlardan olmak... Hani işte sıkıştırılıp öpülünce önce rujunun dağılıp dağılmadığına bakan kızlar gibi... Pardon! Kız değil, kalpsiz kadınlar gibi olmak... Sevmemek, gereksiz bulmak hatta sevmeyi...

Ölmezsem de yaşarsam; güzel yaşardım kalbim olmadan. Şöyle diyor Attila İlhan, Kaptan diye fena halde içli o şiirin bir bölümünde:

kalbim bakır bir mangır gibi boynuma asılmış
ondan kurtulmak için sürgünlere gitmeye razıyım
...
kur’andaki bütün belalara tevrattaki bütün belalara
ibranice öğrenmeye razıyım hapis yatmaya
kalbim yüzünden madem ki ellerimi parçaladım
kalemimi kırdım hayatımı çiğnedim ağladım
madem ki en büyük düşmanım kalbim benim kendimim
onu inkar ediyorum kalbimi inkar ediyorum
...

Belki bir ayinle filan, gömmeliydim bir yerlere kalbimi. Aklımla severdim böylece herkesi, her şeyi... Sonra bir ses işte; ince zayıf... Ayarsız bir tepki vermemden korkarak "bir kere daha dene" dedi belki. Kalbim müzik eşliğinde algıladı bunu.

Denedim, "olmadı".

Kötü günlerde ve iyi günlerde, sevişirken ve özlerken, onunlayken bile eksikken ve onunla tamamlanmışken, ona yetişememiş ve onu aşmışken, sağlıklıyken ve ağrıdan yorulmuşken, sessizken ve kavgadan iç sesimi duyamazken, elleri vücudumdayken ve ellerini görmek istemezken, ona kıyamazken ve ona kırmaktan kendimi alamazken, eleştirilerinden yorulmuşken ve övgüleriyle kendimden geçmişken... Onu isterken ve ona doyduğumu sanırken, ondan nefret ederken ve tadına doyamazken, gülmekten yorulmuşken ve anlaşmazlıklardan bunalmışken... Ondan kaçarken ve yine ona sığınırken, uzaklaşmasını izlerken ve o içime saklanırken, tüm dünyadan sıkılmışken ve tüm dünyaya karşı onu savunmak isterken...

Bir dolu iyi ve kötü şey olurken, ben onu çok sevdim.

Kalbimden kurtulmak istiyordum, yemin ederim. Bir gün yine kalbimden kurtulmak istersem, onu aklımla da sevebileceğimi bilmenin rahatlığı vardı içimde.
Kalbim de aklım da onu gösteriyordu... O, kalbime iyi geliyordu.

Kalbim? Yerini bilmiyorum şimdi, hatırlamadığım bir yerde kaldı. Kalışını hatırlıyorum ama zamandan mekandan haberim yok...
Bir ara yağmur yağdı sonra, şimşek çaktı; seller, depremler... Çocuklar doğdu, başkaları aşık oldu. Kadınlar gebe kaldı; çocuklar okumayı söktü... Renklere ışık bir güzel vurdu, bir ışıksız kaldı tüm manzaralar... Ben yepyeni yerler gördüm, yepyeni şarkılar dinledim... Başka başka hüzünlerle üzüldüm benim olmayan dertlere...

Ben, sefa gelen o son ihtimalimi tükettim... Kalmış o son kereyi de denedim, "olmadı".

15 Haziran 2011 Çarşamba

Nin'in sözlüğü - Bölüm 7

Umur: Bir kuruma filan bağışlayanın rahatladığı, içimize batan görünmez parça; sahip olmayana hayran olduğum.
Varış: "Bir yere çıkmasın, artık birine çıksın" dediğim yolların sonu.
Yasak: Elleri, gözleri; en çok sesi.
Zor: Kendisine gelemeyenin, çok uzaklara gittiği.

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Nin'in sözlüğü - Bölüm 6

Şefkat: Şiddetle birleşip aşkı oluşturan; hiddetle karşılaşınca nefreti doğuran; yaraya ilaç basarken ve hatta kızarken bile sahip olduğuna inandığımıza 'anne'(+) dedirten.
Tıp: Gönülsüz susma oyunu; oynamaktan yorulduğumuz.

10 Mayıs 2011 Salı

Nin'in sözlüğü - Bölüm 5

Öküz: Kalpte, akılda ve güvende derin yaralar açan, açmaya devam eden, açmaktan bıkmayan; aşk dininde tapılan olmaya alışkın.
Pes etmek: Rahatlatan, huzura erdiren, dinlendiren; dünyadaki cennet; 30 olmaya can atma sebebi.
Restleşmek: "acımadı ki" diyenin durmaksızın içinden kendi kendine tekrarladığı ama işe yaramayan; yapılmazsa içte kalan, yapılırsa içe batan; bir garip acı makamı.
Simurg: 30 tane kuş; öldükçe yenisini kendinden doğuran; evi ve avcısı olmayan; kalbinize kapatırsanız uçamayan.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Nin'in sözlüğü - Bölüm 4

Meşgale: Birine verilebilecek en güzel isim; akıl mesaisi; kalp uğraşı; yorgunluğa değen.
Normal: Bize öyle gelen; kuralımıza dönüşen; öyle değilse fena halde bozulduğumuz; empatiye engelimiz.
Omuz: Ağlama çukuru; birinin kokusunu ezbere almak için bulunulması en doğru yer; sıcağı unutulmayan.